Birçok çocuktan farksız, genç Schweitzer de, bir çocuğun berrak ve günahsız
beyniyle yaşamın kendisiyle olan çelişkilerini merak ederdi. Yine birçok
çocuktan farksız, kendi yaşama ve acılardan uzak kalma arzusunun niçin
bir geyiğinkiyle, bir ineğin, bir domuzun, bir köpeğin, bir kedinin, bir
atın, bir farenin, bir kuşun, bir balığın hatta belki bir böceğin yaşama
ve acılardan uzak kalma arzularıyla çelişmesi gerektiğini anlayamazdı.
1875'de Alsace'da bir köyde doğan Albert Schweitzer, yaşı ilerleyip, çocukluk evinden uzaklaştıkça bile birçok çocuktan farklı olarak bu sorularını, oyuncaklar gibi bir kenara atmadı. İşte bu Albert Schweitzer'in niçin farklı olduğunu anlatır. Yine bu, neden günün birinde "farklı"ların "olağan" olduğunu açıklar. Onun belleğine sonsuza değin kazınmış olan şeyler insanların hayvanlara reva gördüğü eziyetlerin görüntü ve sesleriydi (insanların bedensel ve zihni gelişimine nice katkılarda bulunmuş bu yaratıklara) Genç Schweitzer'e göre bu bir çeşit ihanetti.
Kendimi bildim bileli, dünyada gözlemlediğim büyük sefaletin acısını çekmişimdir.
Gençliğin o sorumsuz yaşama sevincini aslında hiç tatmamışımdır. Ve umuyorum
ki dışarıdan bakıldığında tamamen mutlu ve tek bir dertleri bile yokmuş
görünseler de birçok çocuk da böyle hissediyordur. Ben özellikle zavallı
hayvanların bu kadar çok eziyete mahkum olmasından acı duyardım. Bir adam
tarafından sürüklenirken bir diğeri tarafından sopalanan topal yaşlı bir
atın görüntüsü - Colman'daki mezbahaya götürüyorlardı onu- haftalarca
rüyama girmişti.
Bu okula başlamadan önceleriydi, geceleri dua ederken niçin yalnızca insanlar
için dua etmem gerektiği bana hiç ama hiç anlaşılmayacak birşey gibi gelirdi.
Annem benimle beraber duayı tamamlayıp iyi uykular öpücüğü kondurduktan
sonra ben sessizce, tüm yaratıklar için hazırladığım şu duayı da söylerdim:
"Allahım, tüm yaratıklarını koru ve kutsa. Onları kötülüklerden koru,
huzur içinda uyusunlar."
Kırlarda kuşlar, geyikler ve diğer çiftlik hayvanlarıyla beraberken evindeymiş gibi hissederdi kendini. İlk heveslerinden biri, soyadı "Schweitzer" kelimesi inek çobanı anlamına geldiği halde bir domuz çobanı olmaktı.
Düşünce biçimi ve derin hayvan sevgisine rağmen, rahibin oğlu, yalnız kendi köyü Gunsbach'da değil tüm dünyada varolan davranış biçimlerine ve hayvanlara reva görülen davranışlara katılma içgüdüsüne karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Hem de her defasında başarılı olmasa da. Genç Schweitzer hayvanlara karşı böylesi davranışların sonucunu irdelediğinde, bu güdüye kesinlikle engel olabilme gücünü kazandı.
Tatillerde komşumuz için sürücülük yapardım. komşunun doru atı yaşlı ve nefes darlığı çeken bir hayvandı. Hızla koşturmak ona zararlıydı ama sürücülük onurum yüzünden yorgunluğunu duyup bilmeme rahmen, daha hızlı koşması için bazen kırbaçlardım.Ama eve dönüp atın koşumlarını çıkarırken zavallının göğsünün nasılda inip kalktığını görünce tüm sevincim kaybolurdu. Onun yorgun gözlerinin taa içine bakıp sessizce beni bağışlamasını dilemek neye yarardı ki?
İki kez başka çocuklarla, kamışla balık avına gittim. Ama iğneye geçirilen kurtçukların hallerinin korkunçluğunu ve yakaladığımız balıkların ağızlarını parçalayıp oltadan çıkarmamın görüntüsü balıkçılığa devam etmemi olanaksız kıldı. Hatta diğer çocukları avcılıktan vazgeçirmeye teşvik edecek cesareti bile buldum kendimde.
İlkbahrada bir pazar sabahı, arkadaşlardan biri, sekiz yaşındaki Albert'i
evde yaptıkları sapanla kuş avına çıkmaya ikna etti.
Bu öneri benim için korkunç bir şeydi ama bana gülecek diye reddemedim.
Böylelikle hala yapraklanmamış bir büyük ağacın yakınına ulaştık. Dallarda,
bizden korkmaksızın, bir sürü kuş sabahın sevinciyle ötüşüp duruyordu.
Sonra arkadaşım ava çıkmış bir kızılderili gibi sindi, sapanına taş yerleştirip
gerdi. Emreden bakışları altında ben de benliğimin itirazlarına rağmen
aynı şeyi yaptım. Ama o taşı fırlatsa bile ben fırlatmayacağım diye içimden
yemin ettim. Tam o sırada kilisenin çanları, günışığında kuşların cıvıltısına
karışarak çalmaya başladı. Asıl çan seslerinden yarım saat önce çalınan
işaret çanıydı bu. Benim için göklerden gelen ses oldu. Sapanımı fırlatıp
attım; kuşlar ürküp kaçıştılar, tabi arkadaşımın sapan taşından da kaçmış
oldular. Sonra fırlayıp eve doğru koştum. O günden sonra ne zaman kutsal
haftayı müjdeleyen çanlar, gün ışığında çıplak ağaçların arasında çınlasa,
o günü düşünürüm, kutsal emri. "ÖLDÜRMEYECEKSİN", hatırlayıp
kalbimde bir yücelik hissederim.
Albert Schweitzer, yıllar sonra bu olayı düşünürken, o özel günün yaşamında bir dönüm noktası olduğunu anladı.
O günden sonra, kendimi insanlara özgü tüm korkulardan arındırma cesareti buldum. Ne zaman en derin inançlarım söz konusu olduysa, başkalarının görüşlerine her zamankinden daha az ilgi göstermeyi başardım. Dostlarım tarafından alaya alınma korkusundan kaçınmaya çalıştım. Çocukluğumun ve gençliğimin en önemli deneyimi öldürmemenizi, ya da eziyet etmemenizi söyleyen yüce emrin etkisiydi. Diğer bütün deneyimlerim bunun yanında soluk kalır.
Beni çoğu kez utandıran, yürek ezici böylesi deneyimlerden yavaş yavaş şu sarsılmaz inanışım doğdu: Bir başka canlıya ancak ve ancak kaçınılmaz zorunluluk dışında acı ve ölüm getirmeye hakkımız yoktur. Hepimiz düşüncesizce eziyet ve cinayetin altında yatan korkunçluğu duymalıyız, hissetmeliyiz. Bu inanış, bende giderek etkinleşmiştir. Giderek kalbinizin derinlerinde hepimizin böyle düşündüğünü ancak bunu kabullenmekten ve uygulamaktan başkaları bizi yumuşaklıkla suçlayıp gülecekler diye korktuğumuz için kaçındığımıza inanırım. İyilikçi duygularımızı köreltmeyi yeğlemişizdir diye düşünürüm. Ama ben bir daha hiçbir zaman duygusallık suçlamasından korkmayacağıma ve kendi duygularımın körlenmesine izin vermeyeceğime yemin ettim.
On yaşına geldiğinde, anne babası onu yukarı Alsace'de Mulhausen'deki ilahiyat okuluna göndermeye karar verdiler. Orada teyze ve eniştesiyle oturacaktı. Bu, yakındaki Munster'deki okula sabah akşam üç kilometrelik yürüyüşlerinin sonu demekti. halbuki o, bu yürüyüşleri doğa sevgisinin uyanışı olarak görürdü.
Saatler
boyu ağlardım odamda. Sanki doğadan kopartılmış gibi hissederdim kendimi.
Munster'e gidip gelirken ki yürüyüşlerimde öğrendiğim doğa güzelliklerinin
bende uyandırdığı heyecanı, şiirle ifadeye çabaladım. Ama hiçbir kez iki
ya da üç mısradan ötesini yazamadım. Bir yada iki kez, vadinin öte dikinde
yükselen eski kalesiyle tepeyi resimlemeye çalıştım ama, bu da olmadı.
Yalnızca müzik yaparken - hala da öyle sayıyorum ya- yaratıcı beceriye
sahip olduğumu hissettim.
İlk öğrencilik çağlarında, hülyalı Albert Schweitzer özellikle org müziğinde insan ve doğa hakkındaki duygularını aksettirme yöntemini bulmuştu. Afrika'dan gelip, hastalıklar ve sakatlanmaların yol açtığı, giderilmemiş acıları dile getiren öyküler anlatan misyonerlerle karşılaştığında önünde yeni bir ufuk açıldı. Ve yeni bir bakış açısı. Strasbourg Üniversitesi'ne kaydolunca "bilim"i keşfetti. Yine de belli belirsiz bir tatminsizlik vardı içinde. Doğanın süreçleri konusunda içindeki soru işaretlerine bilimin verebildiği yanıtları kabullenemiyordu.
Bana
rüzgarın, yağmurun, karın, dolunun, bulutların oluşumunu, samanın kendiliğinden
alev alabilmesinin, ticaret rüzgarlarının, Golf Stream akıntısının, gökgürültüsü
ve şimşeklerin hepsinin doğru birer açıklamasının bulunması gülünç geliyordu.
Yağmur damlalarının, kar taneciklerinin, dolu tanelerinin oluşumu benim
için her zaman özel bir bilmece olmuştur. Doğayı, herzaman kendimizden
emin bütünüyle açıklayabildiğimizi dile getirmek aslında mutlak gizemli
yapısını hiç ama hiç anlayamadığımızı düşünmek bana çok acı gelir. Aslında
gerçekten yaptığımız tek şey, gizemli olan daha da gizemli hale getiren
uzun uzadıya ve karmaşık açıklamalara girişmektir. O yaşlarda bile ben
"Güç" ya da "Yaşam"ın kendine özgün doğasının hiçbir
zaman açıklanamayacağı gerçeğinin farkındaydım.
Evrenin muammalar yumağı gibi karmakarışıklığı kadar kendi sağlıklı olma hakkı ve parlak bir geleceğe sahip bulunma umuduyla, bir sürü başka insanın bakımsızlık, yoksulluk ve acılar içinde olmasının çelişkisini şaşırtıcı bulurdu Albert Schweitzer.
Kendi acılardan ırak olan herkes, başkalarının acılarını azaltma yolunda bir çağrı duymalıdır içinde. Herbirimiz dünyadaki acılardan bize düşeni sırtlanmalıyız.
Onun üniversite sonrasında izlediği yol, çoğu başka erkek ve kadınları büyük hazla tatmin edebilirdi. Ama tanınmış bir organist, bir kilise papazı, bir dinsel seminer yöneticisi ve iki doktoranın sahibi olmak ona yetmiyordu. Hatta otuzuna geldiğinde üç kitabın yazarı olmak bile. İşte bu otuz yaş kritik bir yaştı onun için, onun 21 yaşındayken vardığı gizli ve çok önemli kararı uygulayacağı bir çağdı.
Henüz öğrenciyken, otuzuna kadar kendimi dine, bilime ve müziğe adamaya karar vermiştim Eğer o zamana kadar bilim ve müzikte umduklarımı gerçekleştirmiş olursam, insanlara yardım edecek yeni bir yola adayacaktım kendimi.
Henüz hangi yolu izleyeceğini kendi de bilmiyordu ama 1905'de 30'una geldiğinde Afrika kongosu'ndaki insanların tıbbi yardıma acil ihtiyaçlarını olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, bu hastalıkların ve yabancıların sömürüsünün kurbanlarına yardımcı olabilmek için tıp öğrenmeye karar verdi. Bu insanlar ki o hallerde bile zorla çalıştırıyorlar hatta belki de esir ticaretinde kullanılıyorlardı. (Schweitzer hiçbir zaman bir Alsace kasabası meydanındaki meydanındaki güçlü ama kederli zenci Afrikalı heykelini, esir pazarında satılan insanları simgeleyen bu anıtı unutmamıştır.) Şaşkınlıkla onu dinleyen kilise cemaatine Avrupalı dinsel mesleğini, uzaklarda Afrika'daki bir başka meslek -doktorluk- için bırakacağını açıkladı.
Gazetelerde okuduğumuz korkunç suçlar için biz de kefaret ödemeliyiz. Hatta gazetelerde okuyamadığımız cangıl gecelerinin sessizliğinde kaybolan cinayetlerin daha beterlerinin kefaretini ödemeliyiz.
Araştırmacı, yaratıcı, birarada uyumsuz bir düşünür olan Albert Schweitzer, uzaklardaki bir tıbbi misyonda, kendi dini ve felsefi kavramlarını özgürce geliştirebileceğini umdu. Böylelikle yaşamını ideolojisi haline getirebilecekti.